Atatürk İlkeleri, Atatürk’ün Siyasi ve Askeri Kişiliği

Atatürk İlkeleri, Atatürk’ün Siyasi ve Askeri Kişiliği
Character Size

“Ben istese idim, derhal askerî bir diktatörlük kurar ve memleketi öyle idareye kalkışırdım. Fakat ben istedim ki, milletim için modern bir devlet kurayım ve onu yaptım.” Mustafa Kemal Atatürk

ATATÜRK İLKELERİ, ATATÜRK’ÜN SİYASİ VE ASKERİ KİŞİLİĞİ

(Konferans Metni)

Bu konferans, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi’nce düzenlenmiş olup, Merkez tarafından bu konferansı vermekle görevlendirilmiş bulunmaktayım. Konferansın konusu, başlığından da anlaşıldığı gibi, üç ayrı konudan oluşmaktadır. Yani üç ayrı konferansta anlatılacak konulardır. Ben, öncelikle Atatürk İlkeleri hakkında kısaca bilgi verip, Atatürk’ün askerî ve siyasî kişilik özelliklerini ayrı ayrı ele almayı düşündüm. Ama, Millî Mücadele Döneminde Atatürk’ün askeri ve siyasi kişiliği birlikte ve aynı anda etkili olmuştur. Dolayısıyla Millî Mücadele döneminde bu iki özelliğini birlikte vermeyi uygun gördüm.

Ancak önce, Atatürk İlkeleri hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum:

Atatürk’ün, millî istiklâlimizi ve millî bağımsızlığımızı, vatanımızın bütünlüğünü korumak için başlattığı Millî Mücadele’nin, askerî ve siyasîalanda başarıya ulaşmasından sonra, 29 Ekim 1923’te kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin dayandığı 6 temel ilkeyi tespit etmiştir.

Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Lâiklik, Devletçilik ve İnkılâpçılık’tan oluşan 6 ilke; hem Türkiye Cumhuriyeti’nin, hem de Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin temellerini oluşturmaktadır.

1937’de Anayasamıza giren 6 ilke Anayasa’nın 1., 2., ve 3. maddelerinde yer almaktadır. Daha sonraki 1961 ve 1982 Anayasalarımızda da yine Atatürk İlke ve İnkılâpları, yasa ile benimsenip, koruma altına alınmıştır.

Türk Milletinin bugün ve gelecekte tam bağımsızlığa, huzur ve refaha sahip olması; devletin, millet egemenliği esasına dayandırılması, aklın ve ilmin rehberliğinde Türk kültürünün çağdaş uygarlık düzeyine çıkarılması amacı ile, temel esasları yine Atatürk tarafından belirlenen, devlet hayatına, fikir hayatına ve ekonomik hayata, toplumun temel müesseselerine ilişkin gerçekçi faaliyetlere, ilkelere ve inkılâplara “Atatürkçülük” ya da “Atatürkçü Düşünce Sistemi” denir. Diğer bir ifade ile İnkılâplarına ve İlkelerine inanmak, benimsemek, korumak ve gerçekleştirmek Atatürkçülüktür ve bu sistemin tümüne de Atatürkçü Düşünce Sistemi denir.

Atatürkçülüğü veya Atatürkçü Düşünce Sistemini oluşturan altı ilke ve Atatürk’ün 1922-1934 yılları arasında gerçekleştirdiği inkılâplarının dayandığı temel nitelikler nelerdir?

Bir bütün olan, hiçbir yabancı akım ve ideolojiye dayanmayan; kaynağını ve gücünü Türk Tarihi ve Türk Millî Mücadelesi’nden alan; tamamen Türkiye ve Türk Milleti gerçeği olan Atatürk İlke ve İnkılâplarının dayandığı temel nitelikleri şöyle sıralanabiliriz:

1- Vatan ve Millet Sevgisi,

2- İstiklâl ve Özgürlük,

3- Hâkimiyetin Millete Ait Oluşu,

4- Millî Tarih Bilinci,

5- Millî Dil,

6- Çağdaş Uygarlık Düzeyinin Üzerine Çıkma Hedefi,

7- Akılcılık ve Bilimsellik,

8- Millî Kültürümüzü Geliştirme,

9- Türk Milletine İnanmak ve Güvenmek,

10- Millî Birlik ve Beraberlik Anlayışı,

11- Gerçekçilik ve Anti Emperyalizm,

12- Ordunun, Okulun ve Dinin Politika Dışı Kalması.

Bugün ve yarın, yurdumuzda ve tüm dünyada Atatürk’ün ilke ve inkılâplarının daha iyi anlaşılması, yaygınlaştırılması ve gelecek nesillere aktarılabilmesi için Atatürk ve Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin şu açılardan incelenmesi gerekir.

1- Millî nitelikleri yanında evrensel ve çağdaş nitelikleri de bulunan Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin yeni bir dünya görüşü olarak, özellik ve unsurlarının araştırılması ve değerlendirilmesi

2-Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin diğer büyük düşünce sistemleri ile karşılaştırılması ve düşünce sistemleri tarihi içinde “Atatürkçülüğün” yeri.

3-Atatürk’ün Düşünce Sistemi’nin milletler arası yankıları, hangi görüş ve uygulamanın, hangi ülke ve ülke grubunda etki ve yankı yaptığı,

4-Atatürkçülüğün Türkiye’deki uygulamasının, dünyadaki siyasi olaylar üzerindeki etkisi ve katkısı,

5-Atatürk İnkılâplarının örnek alındığı ülkeler ve ne derece etkili olduğu,

6-İstiklâl Harbimizin diğer kurtuluş hareketlerine katkısı ve öncü olma değeri.

Bu konuların bilimsel boyutta ve ciddi çalışmalarla araştırılması, Atatürk’ün Türk milleti için bir millî lider olmasının ötesinde, bir dünya lideri olduğunu gösterecektir.

Atatürk’ün siyasî kişilik özelliklerini anlatmadan önce, siyaset ve siyasî liderlik nedir kısaca değinmek gerekir.

Siyaset genel anlamı ile, insan topluluklarını yönetme bilimi veya sanatıdır.

Siyasî liderlik ise; sezgi, kavrayış yeteneği, uzağı görme gücü, hesaplılık, zamanlama, kararlılık, kitlelerle iletişim kurabilme gücüne ve sanatına sahip olmaktır.

Atatürk, Nutuk’un başında Mütareke sonrası Anadolu’nun genel askerî, siyasî, sosyal ve ekonomik tablosunu çizerken bunun hiç de iç açıcı olmadığı görülüyordu. O, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde başlayan mücadele kıvılcımlarını bir ateş haline getirip, bir millî mücadele başlatması gerektiğine inanıyordu. Ancak, askerî ve siyasî şartlar, birbiri ile iç içe idi. Yani, askerî başarı elde edilmeden, siyasî başarı olamaz; ya da, siyasî başarı elde edilemeden, askerî başarı olamazdı.

Atatürk’ün liderliğinde, mutlaka askerî beceri ve dehası önemli bir etken idi. Üstelik, gençliğinden beri içinde bulunduğu siyasî şartlar, onun öğrenciliğinden beri siyaset ile ilgilenmesini sağlamıştı. Mesela; 1905’de tayin olduğu Şam’da, “Vatan ve Hürriyet” Cemiyeti’ni kurması, bu cemiyetin bir şubesini Selanik’te açması, İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde olması; İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kongrelerine katılması gibi.

Şu da bir gerçekti ki, Atatürk’ün, askerî ve siyasî dehasından kaynaklanan ve tarihi şartların ortaya çıkardığı siyasî liderliği, etrafındaki askerî ve siyasî kadroların yardımları ile gelişmiştir. Atatürk’ün askerî ve siyasî gücü ve becerisi onu liderlikte rekabetsiz kılmıştır. Zaten bütün silah arkadaşlarının onun liderliğini kabul edip, etrafında birleşmeleri bunun en güzel örneğidir.

Bazı kişiler, kendi şahsi karakterlerinden kaynaklanan bir özellikle, katıldıkları hareketlere bir prestij kazandırırlar.

Atatürk’ün Samsun’dan başlayıp, Lozan’da tamamlanan Türk Millî Mücadelesi’ne bir prestij kazandırdığı muhakkaktır. Şartlarını kendisinin tespit ettiği Amasya Tamimi ve başkanlık yaptığı Erzurum ve Sivas Kongreleri, onun katılımıyla yeni bir prestij kazanarak millîlik özelliğine sahip olmuşlardır.

Atatürk’ün siyasî kişiliği ve liderliği, demokratik mi yoksa diktatörce mi idi?

Öncelikle Atatürk, askerî ve siyasî liderliği zor kullanarak ele geçirmediği için, zor kullanarak da sürdürmemiştir. Onun, herşeyi demokratik çerçeve içinde yapması onun asla diktatör olmadığının en güzel ifadesidir. Mesela; Heyet-i Temsiliye’yi oluşturması, BMM’nin açılması, Heyet-i Temsiliye’nin tüm yetkilerinin yeni bir hükümete devretmesi, TBMM’nin ilk anayasası olan Teşkilat-ı Esasiye’yi hazırlatması gibi.

Atatürk 1919’dan itibaren Türk halkının desteğini almaya çalışmış ve yaptığı hizmetleri ve fedakârlığı da Türk milletine mal etmiştir.

Yeryüzünde birçok lider, zaman içinde, kendisine inanan ve peşinden gelen insanların güvenlerini ve sevgilerini kaybederler. Oysa güçlü bir siyasî kişiliği olan liderler, güçleri halktan aldığı müddetçe, bu özelliklerini kaybetmezler.

Mustafa Kemal Atatürk’ün, önce 9. Ordu Müfettişlik görevinin ardından askerlik mesleğinden istifa ederek; “Sade bir vatandaş gibi olması dahi, onun güçlü siyasî ve askerî otoritesini, liderliğini sarsmamıştır.

Sakarya Savaşı sonrası kendisine Mareşallik ve Gazilik unvanının verilmesi, “Milletin Atası” olarak kabul edilerek ona Türklerin Atası demek olan Atatürk soyadının hatta, “Ebedî Şef” unvanının verilmesi, onun siyasî ve askerî kişiliğinin oluşturduğu liderliğinin sürekliliğinin ifadesidir.

Atatürk’ün siyasî liderliğinin özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:

1-Ana ilkelerde Tavizsizlik, Uygulamada Tedricîlik.

O, her zaman ana ilkelerini ve temel hedeflerini en başından beri açıklıkla ve tutarlılıkla ortaya koymuş ve bunlardan asla taviz vermemiştir. Onun temel hedefi tam bağımsızlık ve millî egemenlik ilkesine dayanan, çağdaş bir Türkiye yaratmaktı. Ancak herşey, sırasında ve zamanında yapılmalıydı. Bundan dolayı, ana hedeflerini tehlikeye sokmamak için bazen tedricî ve ihtiyatlı bir tavır almış; ortamın hazır olduğu anda, muhaliflerinin toparlanmasına fırsat vermeden hızlı ve kararlı bir şekilde hareket etmiştir. Saltanatın kaldırılması; Cumhuriyetin ilânı ve halifeliğin kaldırılması gibi.

2-Gerçekçilik

Gerçekçilik, iç ve dış politikada uyguladığı temel prensibi idi. Hedef, ile hedefe ulaştıracak araçlar arasında mantıklı bir denge kurmak; gerçekleşebilecek hedefler ile hayali hedefleri ayırt edebilmek. İşte Enver Paşa ile Mustafa Kemal arasındaki en büyük fark bu idi.

Falih Rıfkı ATAY’a göre; “Enver Paşa, Mustafa Kemal’in yerinde olsa idi; Sakarya Zaferi’nden sonra, zafer ve bağımsızlığı bir kenara itip; Suriye ve Makedonya’nın fethine girişirdi” demiştir.

Atatürk 1 Aralık 1921’de Meclis’te; “Büyük Hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayali şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın husumetini, garazını, kinini bu memleket ve millet üzerine çektik” diyerek; Panislamizm ve Panturanizmin yapmadığımız halde; “yapıyoruz, yapacağız” dediğimiz için “yaptırmamak için bir an evvel öldürelim” diyen düşmanlarımızın sayılarını ve baskılarının artmasına sebep olunduğunu ve bunun zararını gördüğümüzü belirtir.

Onun gerçekçi bir iç ve dış politika izlemesine bir diğer örnekte de; İtilâf Devletleri ile savaş halinde olmamıza rağmen, savaş sonrası İtilâf Devletlerinin bağımsızlığımız ve toprak bütünlüğümüzü kabul etmeleri şartıyla onların ekonomik, mâli desteklerini kabul edileceğinin Erzurum, Sivas Kongreleri ve Misak-ı Millî kararlarında yer almasıdır.

3-Eyleme Yönelik Olma-Pragmatizm

Atatürk’ün siyasî kişiliğinde; soyut ve teorik fikirlerden önce, somut eylemler, faaliyetler gelir. Herhangi bir konuda uygulayacağı siyaseti belirlerken aklın ve bilimin rehberliğinde toplumun ihtiyaçlarını gözetmiştir. İhtiyaçların değişmesiyle, siyasetlerin de değişmesinden kaçınılmamış; bu özellik onun düşünce ve faaliyetlerini dogmatik ve doktriner yani değişmez ve katı değil; pragmatik ve esnek yapmıştır.

Atatürk, Millî Mücadele’de özellikle halkın teşkilâtlanması ve tepki göstermesi yönünü seçmiştir: Mesela; İzmir’in işgalinden sonra mitinglerin düzenlenmesini ve artmasını istemesi, Erzurum ve Sivas Kongreleri, TBMM’nin açılması gibi.

O, her hareketini Meclise ve Türk milletinin iradesine dayandırmak istemiş; her zaman yapacaklarını ve yaptıklarını hukuk sistemi üzerine oturtmuştur: “Ben istese idim, derhal askerî bir diktatörlük kurar ve memleketi öyle idareye kalkışırdım. Fakat ben istedim ki, milletim için modern bir devlet kurayım ve onu yaptım” sözleri bunun en güzel ifadesidir.

Millî Mücadele dönemi sona erdikten ve Cumhuriyetin ilânından sonra, inkılâp hareketlerine yönelen Atatürk, bu özelliği ile ait olduğu toplumun ihtiyaçlara cevap veren; toplumun her alanda kalkınmasını hedefleyen idealist bir siyasî lider olduğunu da gösteriyordu.

17 Temmuz 1921’de United Telgraph Muhabiri Atatürk’e “İsktikbalde ne gibi bir siyaset takip edeceksiniz? Sorar. Mustafa Kemal’in cevabı şudur;

“Memleketimiz haraptır, milletimiz fakirdir, maarifimiz dundur, iktisadîyatımız zayıftır. Memleketimizi imar ve milletimizi tenvir ve terfih yegâne katî emelimizdir”

Nitekim kısa sürede toplumun sosyal, siyasî, kültürel alanlarında gerçekleştirdiği inkılâplar ve başarısı tüm dünyada hayranlık ve hayretler uyandırmıştı.

Millî sınırlarımız içinde, millî bütünlüğümüze ve istiklâlimize saldırı söz konusu olduğunda gereken cevabın verilerek, en sert şekilde karşı konulacağı fikrinde idi. Savaşı, gerekli olmadıkça bir vahşet olarak gören Atatürk, bu özelliği ile barışçı bir siyasî liderdi.

İstiklâlimiz ve toprak bütünlüğümüz için yaptığımız mücadelemizin ezilen ve sömürülen tüm milletlere örnek olacağını onların da davası olduğunu söylemesi ise; onun, ne denli başka milletlere de saygılı ve sevecen ruhlu bir siyasî lider olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir.

Tüm bu anlatılanlardan sonra Atatürk, siyasî ve askerî kişiliğinden kaynaklanan özelliklerinden dolayı, acaba karizmatik bir lider miydi?

Karizma, bir kişiliğin alelâde insanların erişemeyeceği bazı niteliklere sahip olmasıdır. Bu nitelikler, Allah vergiyi veya örnek ve güçlü bir kişiliğin sonucu olarak görülür. Toplum da, bu kişilere lider gözü ile bakar.

Karizmatik liderlerin takipçileri, ona itaati bir “çağrı” bir manevi görev bilirler. Özellikle karizmatik liderler, milletin hayatının önemli dönemlerinde, kriz dönemlerinde ortaya çıkarlar ve bir boşluğu doldururlar. Yani, karizmatik liderler, kriz liderleridir. Bir başka deyişle; geleneksel otoritenin iflâsı, akılcı ve hukukî otoritenin henüz kurulmadığı bir ortamda otorite boşluğunu doldururlar, ihtilâlcidirler.

Bu yönlerden bakıldığında; onun siyasî liderliğinde, karizmatik özelliklerin varlığı görülmektedir. Ama o, kişisel iktidarın sadece kişisel karizmatik temele dayanmasına güvenmediğinden, yani, körü körüne ifratı kabul etmediğinden; o liderlik otoritesini akılcı ve hukukî temellere dayandırmaya dikkat etmiştir. Ama Millî Mücadele yıllarında karizmatik otorite, akılcı ve hukukî otoritenin yanında, bazen geleneksel otoriteyi de kullandığı olmuştur.

Amerikalı Siyaset bilimcisi Dankwort A.Rustow, Atatürk’ü kendisini karizmatik bir durum içinde bulmuş bir teşkilat adamı olarak nitelendirerek, onu;

“Kurum kurucusu olarak” nitelendirir ve şöyle der; “Herşeyden önce Atatürk, organik bakımdan geçmişin mirası üzerine inşa edilen, bugünün ihtiyaçlarına etkin biçimde cevap veren ve belirsiz bir geleceğin tehlikelerine karşı koyan bir dizi kurum yaratmıştır."

Bu tamim, Atatürk’ün inkılâpçı ve siyasî lider olduğunu göstermektedir.

Atatürk’ün askerlik hayatından örnekler vererek onun askerî kişiliğini anlatmaya çalışacağım. Askerî kişiliğine gelince;

Mustafa Kemal Atatürk’ün askerlik hayatına atıldığı 1905 yılından 1922 yılına kadar ki askerlik hayatının her devresini ayrı ayrı ele alıp incelemek, anlatmak lazım. Ben askerî kişilik özelliklerini, askerlik hayatını çeşitli dönemlerinden örnekler vererek anlatmaya çalışacağım. Atatürk’ün askerî meslek hayatı 1893 yılında 12 yaşında askerî öğrenci olarak başlamış;

1893 Selanik Askerî Rüştiyesi,

1899 Manastır Askerî İdadisi,

1899-1902 Harb Okulu,

1902-1905 Harp Akademisi’nden Kurmay Yüzbaşı olarak mezun oldu. İlk görev yeri 1905 Şam,

1907 Manastır-Selanik,

1911 Trablusgarb,

27 Ekim 1913 Sofya’da Askerî Ataşe,

1915 Çanakkale’de 19.Tümen ve Anafartalar,

1916’da Grup Kumandanı 16.Kolordu Komutanlığı Diyarbakır, Bitlis, Muş,

1917’de 2.Ordu Komutanı Diyarbakır,

1917 ve 1918’de iki kere 7.Ordu Kumandanı olarak Suriye-Filistin Cephesi’nde,

1918 Yıldırım Orduları Grup Kumandanı,

Mayıs 1919’da 9. Ordu Müfettişi olarak geniş ve kapsamlı askerî ve mülkî yetkilerle Samsun’a gönderilmiş,

3 Temmuz 1919’da 3. Ordu Müfettişi olarak Erzurum’da,

8-9 Temmuz 1919’da Erzurum’da askerlik mesleğinden istifası ile askerlik hayatı kesintiye uğramış,

5 Ağustos 1921’de Büyük Millet Meclisi tarafından Türk Ordularının Başkomutanı olarak atanması ile tekrar üniformasını giyerek aktif olarak başlamış; Sakarya ve Başkomutanlık Meydan Savaşları’ndaki zaferler ile hem Millî Mücadele’nin askerî cephesini, kendi askerlik mesleğinde de son savaşını yapmıştır.

Asker Atatürk, Trablusgarp’ta İtalyanlara; I.Dünya Savaşı esnasında Çanakkale Cephesi’nde 19. Tümen ve Anafartalar Grup Kumandanı olarak tüm İtilâf Devletleri’ne, 16.Kolordu Komutanı olarak Bitlis, Muş bölgesinde Doğuda Ruslara karşı; Suriye, Filistin Cephesi’nde iki kere 7.Ordu Komutanı ve Yıldırım Orduları Komutanı olarak İngilizlere ve onların kışkırttığı Araplara karşı savaşın içinde bulunmuştu. Ama Millî Mücadele Savaşı’nda ise, savaşı bizzat yönetmişti.

İşte Atatürk, bu savaşta askerî dehası ile devlet adamlığı ve liderliğinin bir sonucu olarak politikayı birleştirmiştir. Yani Millî Mücadele ve sonunda kurulan yeni Türkiye Devleti onun askerî ve siyasî dehasının mucizevi bir ürünüdür.

Savaş sadece askerî bir faaliyet ve askerî harekâtın yönetilmesi değildir. Ya da en azından I. Dünya Savaşı’na kadar bu böyle idi.

Atatürk Millî Mücadele Savaşı’nda Türk milletinin askerî ve siyasî lideri kimliği ile Harp yönetimini eline tutarak; savaşın hedefini gerçekleştirmek için, politikadan; politikanın hedeflerini gerçekleştirmek için de savaştan yararlanmıştır.

Harp yönetimi nedir? Askerî, ekonomik, sosyal ve politik harekat tarzlarının coğrafî platform üzerinde karşı güçler ve savaş hedefleri dikkate alınarak ahenkli ve koordineli bir şekilde kullanılmasıdır1.

Politikanın hedefi, ekonomik, siyasî, askerî, sosyal, kültürel, coğrafî ve stratejik güçlerinin tümünün oluşturduğu mevcut millî güçleri ve hatta onları da geliştirerek, millî hedefleri gerçekleştirmek için kullanmaktır.

Savaşın amacı ise, Mondros Mütarekesi sonrası dört bir yandan İtilâf Devletleri’nin işgaline uğrayan ve anavatanın bağımsızlığını ve hürriyetini kaybetmekle karşı karşıya kalan, kısaca yok edilmek istenen Türk milletinin varlık mücadelesi olup; millî sınırlar içerisinde hür ve bağımsız yaşamasını sağlamaktı.

Dolayısıyla Atatürk’ün askerî ve siyasî dehası ile “Millî Mücadelede askerî ve siyasî hedefleri birlikte, iç içe oluşmuş, gelişmiş ve gerçekleştirilmiştir.

Mustafa Kemal, Arıburnu Kumandanı iken; İngilizler Anafartalara çıkmıştı. Bu buhranlı ve tehlikeli zamanda Mustafa Kemal, Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya doğrudan yaptığı müracaatlardan bir sonuç alamamıştı.

5. Ordu Komutanı Liman von Sanders Paşa, Mustafa Kemal’i telefonla aradığında “Durumu nasıl görüyorsunuz, nasıl bir tedbir düşünüyorsunuz?” dediğinde; Durumu nasıl gördüğü ve kademe kademe nasıl tedbir alınması gerektiğini tüm ilgililere bildirdiğini, ama dikkate almadığını, bu dakikadan itibaren tek bir tedbirin kaldığını belirtir.

Liman von Sanders Paşa sorar:

- O tedbir nedir?

- Bütün kumanda ettiğiniz kuvvetleri taht-ı emrime veriniz, tedbir budur.

- Çok gelmez mi?

- “Az gelir” cevabını verir. Sonunda Liman von Sanders Paşa, Mustafa Kemal’i Anafartalar Grup Kumandanlığı’na tayin eder. Bu, onun, Türk Ordusuna kumanda eden yabancı bir ordu komutanından duyduğu rahatsızlığı ve güvensizliği gösterdiği gibi; kendine olan sonsuz güveni, azmi ve cesaretini de göstermektedir.

Ancak daha sonraki gelişmeler üzerine Albay Mustafa Kemal’in Anafartalar Grup Kumandanlığı’ndan affını isteyen 27 Eylül 1915 tarihli dilekçesi çok ilgi çekicidir.

5.Ordu Komutanı Mareşal Liman von Sandres Paşa’ya yazdığı bir dilekçede; Sanders Paşa’nın kendisine Anafartalar Grup Kumandanlığı’nı emanet ettiğini Başkumandanın (Enver Paşa) Grubu ziyarete geldiğinde; kendisinden bir teşekkür işaretini bile esirgediğini; kendisini Anafartalar gibi geniş bir cepheyi yönetemeyeceğine dair karar vererek; kendisine güvensizlik gösterdiğini, yine Başkomutanın kuzey, güney ve Asya gruplarını ziyaret etmesine rağmen Anafartalar Grubu’nun varlığını tanımak istemediğini ve ziyaret etmediğini; Başkomutanın şahsına beslediği duygulardan dolayı, bu koşullar altında hizmet veremeyeceğini ve tayinini ister.

Sanders Paşa’nın, Enver Paşa’ya Albay Mustafa Kemal’in dilekçesi hakkında yazdığı 17 Eylül tarihli yazıda şu ifadeler kullanılıyordu.

“...Bu dilekçeyi destekleyemem. Çünkü Mustafa Kemal Bey, vatanın bu büyük savaşta hizmetlerine muhakkak muhtaç olduğu, bu müstesna kabiliyetli, yetkili ve cesur bir subay olarak taşımayı ve takdir etmeyi öğrendim.

Albay M. Kemal Bey, 5 ay önceki ilk karaya çıkış hareketinden beri XIX.Tümen’in başında parlak şekilde savaşmış ve İngilizlerin Anafartalar kanadında son büyük çıkartma hareketleri esnasında müşkül bir anda kumandayı üzerine almak zorunda kalmıştır. Çünkü bu hususta görevlendirilmiş olan XVI.Kolordu Komutanı, VII. ve XII. Tümenlerle hücuma geçmesi yolunda verilen mükerrer emri yerine getirmemişlerdir.

Albay Mustafa Kemal Bey, burada da görevini büyük bir cesaret, iyi ve açık tertibat alarak ifa etmiştir. Öyleki, kendisine –vazifem icabı olarak- takdirimi ve şükranımı tekrar tekrar ettim”2 diyerek, Mustafa Kemal’e sırf zaman yetersizliğinden dolayı ekselânslarının (Enver Paşa’nın) ziyaret edemediğini ve kendisini hizmetlerinden dolayı takdir ettiğini belirttiğini ifade ederek; ayrılma dilekçesini ekselânslarının (Enver Paşa) ona güvenini belirtmek suretiyle reddetmesini rica eder.

Enver Paşanın Anafartalar Grubu Kumandanı Albay Mustafa Kemal Beye hitaben gönderdiği 21 Eylül tarihli telgrafta; rahatsızlığına üzüldüğünü; vakit kalmadığından kendisini ziyaret edemediğini belirterek “bugüne kadar kumanda ettiğiniz kıtanın başında başarılı olarak göreve devam etmesini” ister3.

Alman Prof. Dr. Hans Georg Majer; “Mustafa Kemal’in bu mektubu öz güven, mevki, hırs, alınganlık, onur, gurur ve dürüstlük, sebat ve azim doludur. Bunlar, onu fevkâlade bir asker, hatta daha sonra “Atatürk” yapacak olan özelliklerdir”4 der.

O askerlik hayatı boyunca gururunu ve sorumluluğunu hiçbir şey ile değişmemiş; hep dürüst ve kendinden emin davranmıştı.

Yıldırım Orduları Grup Kumandanı Alman General Falkenhayn’ın emrinde 7.Ordu’ya tayin edilmişti (Diğer bağlı kuvvetler ise 6.Ordu Komutanı Halil Paşa ve 8.Ordu Komutanı Van Kres Paşa idi.

İstanbul’dan Halep’e gideceği gece, Falkenhayn’ın karargahından bir Alman ve bir Türk subay gelerek, General Falkenhayn’ın bir miktar altın gönderdiğini söyleyerek birkaç ufak sandığı odasına getirirler.

Mustafa Kemal Paşa, kimseye ihtiyacından bahsetmediğini, General Falkenhayn’ın bu altınları ordunun ihtiyacına harcanmak üzere gönderdiğini düşünerek; “Bu sandıklar bana yanlış geldi. Ordunun levazım reisine gönderilmek lazımdı. Benim için fazla külfettir” der. Alman subayı, “O da başka” cevabını verir5. Mustafa Kemal Paşa, Türk Subayı Tevfik Bey’le “Paranın miktarını bu zabitten iyi tahkik et, huzurunda alındığına dair bir senet yaz, ver imza edeyim” der.

Alman subayının senedi almak istememesi üzerine Tevfik Bey’e, “Bu zabit bilmiyor, senedi alsın ve Mareşal’e versin ve siz de bu paraları gelip almaları için levazım reisine haber gönderiniz” der.

Yıldırım Orduları Grup Kumandanlığı teşkil ederken ona bağlı 7.Ordu Kumandanlığı’na Enver Paşanın muhalefetine rağmen Mustafa Kemal Paşa’nın getirilmesinde ısrar eden Falkenhayn, belli ki Çanakkale’den beri yükselişe geçen askerî başarılarını biliyordu ve bu nedenlerle tercih etmişti. Şimdi de bu davranışı ile Mustafa Kemal’e rüşvet vererek kendisine bağlamak istemiş, ancak amacına ulaşamamıştır.

Mustafa Kemal Paşa, 7.Ordu Komutanlığı’ndan ayrılırken de, yerine vekil bıraktığı Ali Rıza Paşa’ya bu sandıkları senet karşılığı teslim ederek; kendisinin imza ettiği senedin alınması için yaverleri Cevad Abbas (GÜRER) ve Salih (BOZOK) Beyleri görevlendirir. Yaverleri, Mustafa Kemal’in Ali Rıza Paşa’dan aldıkları teslim senedini, Mareşal Falkenhayn’a vererek, Mustafa Kemal’in imzaladığı senedi alacaklardır. Ama Almanlar kendilerinde böyle bir senedin olmadığını söyledikleri gibi, Ali Rıza Paşa imzalı senedi de kabul etmezler.

Bunun üzerine Mustafa Kemal, yaverlerinden; Mareşal Falkenhayn’ın odasına girerek; verdiği altınların muhafaza edildiğini, verilen senedi inkâr etmenin, altınları yok saymayacağını; eğer verilen senet gerçekten kayıp ise, o zaman altınların iade edileceğini ve alındığına dair bir senet vermeleri gereğinin belirtilmesini ve şöyle demelerini ister; “Bizi buraya gönderen kumandan, altın mukabili memleket menfaatleri hakkında müsamaha gösterecek insanlardan olmadığını çoktan öğrenmeli idiniz. Hala bunda tereddüdünüz varsa kumandanımız size ve efkâr-ı umumiyeye daha başka türlü ispat edebilir. Paralarınız duruyor, fakat bu paralardan daha çok kıymetli olan Mustafa Kemal imzası sizde kalamaz...” sonunda Almanlar senedi, yaverlerle geri gönderirler.

Mustafa Kemal Paşanın 7. Ordu Komutanı iken, Halep’ten Başkomutan Vekili Enver Paşaya, Sadrazam ve Dâhiliye Nazırı Talat Paşa’ya ve Bahriye Nazırı ve 4. Ordu Kumandanı Cemal Paşalarla yazdığı 19 Eylül 1917 tarihli beş maddelik ve 20 Eylül tarihli 4 maddelik uzun zeyl raporları gerçekten dikkate şayandır.

Raporun başındaki ifade çok ilgi çekicidir. “Genel durum hakkındaki şahsi fikirlerinin, memleketin genel mukadderatını, idareden mesul ve methaldar (?) olan ifadelerimi hiçbir bedbinliğe ve telaşa meydan vermeden, olgunlukla ve ciddiyetle değerlendireceklerini umduğunu”6 ifade etmektedir.

Ne kadar kendinden emin ve vakur bir ifade tarzı. Kendisinden ne istenirse onu yapmak, zamana ve şartlara göre davranmak, sorunları görmemezlikten gelmek, sorumluluktan kaçmak yok. Aksine sorunları çok önceden seziyor ve çözmek için üzerine gidiyor, dikkatleri o yöne çekiyor ve tüm bunları yapmak için kendini sorumlu ve yetkili görüyor.

Bu raporda, sadece askerî açıdan bir değerlendirme yok. Ülkenin içinde bulunduğu duruma dikkati çekerek, halk ile idare arasındaki bağların sarsıldığını, idarî hükûmetin ve askerîyenin kendi hayatlarını devam ettirecek hali olmayan halktan açlık ve ölüm karşılığında tüm varlıklarını istediğini; idari hükûmetin aczinden dolayı, hayatın anarşiye sürüklendiği ve halkın hukukunun korunamadığı, hükûmetin aczin içinde olmasının güvenlik kuvvetlerinin de suistimaller içinde olup, keyfi davranması ve adlî işlerin mutlak suretle işlememesine sebep olduğu; bu sebeplerin, genel hayatı her yerde çürüttüğünü, genel ihtiyaçların, ticarî işlerin ve iktisadi çöküntülerin bunların işareti olduğunu belirtir.

“Binaenaleyh harp devam ettiği halde karşısında bulunduğumuz en büyük tehlike, her taraftan çürüyen binay-ı muazzama-i saltanatın dahilen birden bire ve heryerden çökmesi ihtimalidir” diyerek ileriye dönük çok önemli bir teşhiste bulunur.

Raporunda Türkiye’nin askerî durumunun gerçekçi bir değerlendirmesini yaparak; vatanın mukadderatı söz konusu olduğunda kendisinin seyirci kalamayacağını ve buna tahammül edemeyeceğini belirtir ve şöyle der:

“Velhasıl gerek hükûmet-i mülkiye ve gerek ahali içinde yapılacak işlerin alelâde bir memleket meselesi değil, en birinci bir müdafaa-i memleket meselesi olduğu bu devirde memleketin hiçbir köşesinin herhangi bir ecnebi taht-ı nüfuz ve idaresine verilmesi, hayat-ı saltanatı katiyyen ihlâl ve iptal eder. İşte benim mütalaatım bundan ibarettir. Bulunduğumuz mevki dolayısıyla bunları tasvir etmekle vicdanım üzerinden reff-i bar (yük kaldırmış) olduğuna kaniim7.

Askerlik mesleğinin inceliklerine vâkıf, bu büyük asker yetenekli aynı zamanda siyasî sezgi gücü ile ülkenin bir yıl sonra Mondros Mütarekesi ile nasıl işgale uğradığını ve bütün bunların da Saltanatın sonunu hazırlayacağını daha önceden anlamış ve yetkilileri uyarmıştır.

Alman İmparatoru Kayser Wilhelm’in daveti üzerine Veliahd Vahdettin’in Almanya seyahatine refakat eden Mustafa Kemal Paşa’ya Vahideddin şöyle demiştir: “Ben sizi çok iyi bilirim. Arıburnu’nda ve Anafartalar’da yaptığınız bütün icraat ve kazandığınız muvaffakiyetler tamamen malûmumdur. Siz İstanbul’u ve herşeyi kurtarmış bir kumandansınız, beraber seyahat etmekte olduğum için çok memnun ve müftehirim8.

Veliahd Vahideddin’in Avrupa’ya yapacağı üstelik müttefiki olan bir ülkeye yapacağı seyahatte, Mustafa Kemal gibi genç ve yetenekli bir generalin seçilmesi tesadüfî olmasa gerek.

Üstelik Veliahd Vahiddeddin’in refakatinde bulunan Mustafa Kemal’i İmparatora takdim ettiğinde; İmparator Almanca,

-"Onaltıncı Kolordu... Anafarta” dediğinde, imparatorun ne demek istediğini anlayan Mustafa Kemal’in mahçup ve mütevazi halinden yanlış bir hitapta bulunduğu sanan imparator tekrar.

“-Siz Onaltıncı Kolordu Kumandanlığı’nı ve Anafartaları yapmış Mustafa Kemal değil misiniz?” diye sorar.

Evet, Mustafa Kemal’in askerî başarılarını Almanlar da gayet iyi biliyorlardı.

Bu gezi sırasında Mustafa Kemal’in Alman General Ludendorf ve Mareşal Hindenburg’a yönelttiği sorulardan, Suriye Cephesi’nde bizzat kendisinin gördüğü ve bildiği gerçeklerle, Almanların kendisine söylediklerinin doğru olmadığını ve kaçamak cevaplar verdiklerine şahit olur. Zaten Osmanlı Başkomutanlığı’nın Alman subaylara bu derece tavizkâr tutum içinde olmalarından ve Almanların büyük ordu komutanlıklarını ellerinde bulundurmalarından rahatsızlık duymakta idi. Bu gezi sırasında edindiği tecrübeler, onun nedenli haklı olduğunu bir kez daha ıspatlamıştı.

Hatta, Veliahd Vahdeddin’e, duyduğu bütün endişeleri, Alman İmparatoru’na söylemesini ister ve şöyle der; “Eminim ki o sizden memnun olmayacaktır. Fakat hiç olmazsa Türkiye’de hakikati görmüş olanların mevcudiyetine inanacaktır”9.

Yani, müttefikimiz olan Almanların, gerçek niyetlerini ve yaptıklarının farkında olan, bilinçli ve sorumluluk sahibi, akıllı Türk subayları da vardır ve Almanlar da bunu bilmelidirler.

Yine bu gezi sırasında yaşanan bir başka olay, Mustafa Kemal Paşanın bir asker olarak, devletin sorunlarını ve Türkiye’ye yönelik tehditleri çok iyi bildiğini göstermektedir.

Almanya’nın Alsas Valisi’nin misafiri oldukları bir gece, Vali, Veliahd Vahideddin’e; “Türklerin Ermenilere karşı feci tecavüzatta bulunduğundan fakat Ermenilerin bu tarz hareketlere müstahak olmadığından bahsetmiş ve Veliahd Vahiddeddin ona cevap verdiği gibi, “Cephelerde bulunmuş, memleketi tanıyan bir kumandan yanımdadır, isterseniz onu da dinleyiniz” demiştir.

Mustafa Kemal Paşa, bir Alman valisinin Türkiye’nin Müstakbel Padişahı’na karşı böyle ciddiyetten uzak konuşmasına şaşırır ve Valiye:

“Türkiye’nin Veliahdı ile Almanya’nın müstesna bir mıntıkasında kıymetli olduğuna şüphe etmediğim bir valisini bulabildiği mükâleme (konuşma zemini) beni mütehayyir (şaşırttı) etti. Evvela sizden şunu anlamak istiyorum: Müttefikiniz olan ve bu ittifak uğrunda maddi ve manevi tekmil mevcudiyetini mahveden Türkiye’ye karşı tarihin bilmem hangi devrinde mevcut olduğunu iddia eden ve bu mevcudiyetini ihya etmek için dünyaya iğfale çalışan Ermeniler lehine konuşma fikri, size nereden geliyor?”

Mustafa Kemal Paşa, valinin bizim hakkımızda olumsuz fikirlere sahip olduğunu, bütün fedakârlıklarımıza karşılık, hâlâ Türkiye topraklarında bir Ermeni hakkı olabileceği düşüncesinde olan bu vali ile eğlenerek alaylı konuşmaktan kendini alıkoyamaz. Bunun üzerine, vali bütün söylediklerinin, söylenen ve duyduklarından ibaret olduğunu, bu fikri savunmadığını söyleyerek Mustafa Kemal Paşa’yı yumuşatmaya çalışır.

Ama Mustafa Kemal, şu sözlerle, valinin pervasızca konuşmasına son noktayı koyar:

“Vali Hazretleri, biz cepheleri dolaşan bir heyetiz., Buraya Ermeni meselesi konusunda konuşmak için değil, fakat müttefikimiz olan ve kendisine istinat etmekte olduğumuz Alman ordusunun hakikî vaziyetini anlamaya geldik. Onu anladık, kâfi bir vukuf ile memleketimize dönüyoruz.”

Sultan Reşad’ın ölümü ile Vahidettin’in Padişah olması üzerine Mustafa Kemal Paşa, tedavide bulunduğu Viyana-Karlsbad’dan İstanbul’a acele çağrılır. Padişah Vahideddin tarafından, vaktiyle istifa ederek, haklı sebeplerle bıraktığı ve bugün mağlup olmuş olan 7.Ordu’ya komutan olarak yeniden atanır.

Mustafa Kemal’e göre, Suriye’de ordunun ve kuvvetin varlığı sadece isimden ibarettir ve kendisini buraya tayinini sağlayan Enver Paşa ondan intikam almıştır10. Ve bunu Enver Paşa’nın da yüzüne söyler.

Hatta o gün yaşanan bir olay, Mustafa Kemal Paşanın önce kendi askerlik gücüne ve yeteneğine, sonra da komutasındaki askere duyduğu güveni göstermesi açısından önemlidir. Şöyleki, 7.Ordu’ya tayinini bizzat Padişahtan öğrenip dışarı çıktığında; bazı komutanların sohbetine tanık olur. Bu komutanlardan birisi, Türk neferlerini cepheden kaçmakla suçlaması ve hakaret yollu konuşması üzerine;

-“Paşam biz de askerîz, biz de bu orduya kumanda etmiş adamız. Türk neferi kaçmaz, kaçmak nedir bilmez. Eğer Türk neferinin kaçtığını görmüşseniz, derhal kabul edilmelidir ki, onun başında bulunan en büyük kumandan kaçmıştır. Eğer siz kaçtığınız, zilletini Türk neferlerini tahmil (yüklemek) etmek istiyorsanız insafsızlık ediyorsunuz” diyerek; Türk askerinin iyi sevk ve idare edildiği takdirde, başarısının kesin olacağını vurgulamıştır.

Cephede görevine başlayan Mustafa Kemal, geniş bir cephede zayıf, dağınık ve sadece isimleri kalan üç ordunun tek bir ordu halinde, kendi emrinde toplanmasını istemişse de, bu fikri kabul edilmemiştir.

Mustafa Kemal daha büyük felâketlere engel olmak ve ordunun cephede yok olmasına daha fazla izin vermeden, binbir güçlüklerle orduyu Nablus’tan Şam’a, daha kuzeye çeker11.

Suriye Cephesi’nde hem İngiliz hem de ihanet eden Araplarla savaşan Türk kuvvetlerinin, zaten tutulması imkânsız hale gelen bu cephedeki kuvvetleri, Halep’e çekerek ordunun eriyip yok olmasına engel olur ve cephe gerisini de emniyete almaya çalışır. Halep’te, İngilizler ve Araplarla çarpışır ve onları mağlûp eder ve nihayet düşman bu hattın gerisine geçemez12.

Askerlikten ve savaştan anlamayanlar; askerî, siyasî, coğrafî şartları ve insan kaynaklarını değerlendiremeyenler, Mustafa Kemal Paşa’nın bu cephedeki hizmetlerinin zorluğunu, orduyu yok olmaktan korumak adına aldığı riskleri anlayamazlar.

Mustafa Kemal Paşa’nın askerî ve siyasî dehası değil midir ki, onu Millî Mücadele’nin lideri yapmıştı.

Millî Mücadele’nin üst düzey askerî kadrosunu oluşturan, Atatürk’ün silah arkadaşları, değerli komutanları bakın ne diyorlar?

Kâzım Karabekir Paşa, İstiklâl Harbimiz adlı eserinde; “Paşa’ya başımıza geçmesini daha İstanbul’da teklif eden benim. Bugün bütün kuvvetimle tutmayı en büyük vazife bilirim. Ondan daha hamiyetli ve değerlisini İstanbul’da iken aradım. Bulamadım”13 demektedir.

Mareşal Fevzi Çakmak, “Her zaman Mustafa Kemal Paşayı takdir ettim. Çok çetin geçen Millî Mücadele yıllarında onun yapabildiğini başka hiçbirimiz yapamazdık14 diyerek onun liderliği hakettiğini doğrulamaktadır.

Mustafa Kemal Paşa, Millî Mücadele’nin lideri olduğundan sadece askerî kimliğinden dolayı askerî konularla uğraşmamış; aynı zamanda gerek Türk milletine gerekse şahsına karşı yöneltilen her türlü düşmanca ve olumsuz tavırlar karşısında siyasî mücadelesini de sürdürmüştü.

İsmet İnönü’nün, “Asıl ıstırabı çeken Atatürk’tü, iç ve dış bütün menfi etkilerle uğraşan onların tesirlerinden, gazabından cepheleri kurtaran, yön veren Atatürk’tür15.” şeklindeki sözleri, asıl yükün ve sorumluluğun kimde olduğunu göstermesi açısından önemli idi.

Yine İsmet İnönü, “Onun Millî Mücadele sırasında askerî konularla uğraşmaktan mı daha çok eziyet çektiği, yoksa siyasî meselelerin siyasî anlaşmazlıkların kaldırılmasında veya teskin edilmesinde mi daha çok eziyet çektiği kestirilemez. Büyük adamın siyaset sahasında çektiği ıstıraplar gerçekten dayanılmazdır”16 der ve ilâve eder; “Mustafa Kemal Paşa, mücadelenin askerî tarafıyla uğraştığı kadar, siyasî tarafını da idare ediyordu17.

Mustafa Kemal Paşa, Halep’teki ordu karargahında sık sık Ali Fuat Paşa ile buluşuyor, hem askerî durumu hem de memleketin istikbali hakkında görüşüyorlardı.

İstanbul’da olup bitenleri ve ülkenin içinde bulunduğu durumu gayet yakından ve doğru bir şekilde tahlil ediyordu.

Derhal barış teşebbüslerinde bulunulmasını, bunu da yıpranan Talat Paşa Hükûmeti’nin değil de Ahmet İzzet Paşa’nın kuracağı bir hükûmetin yapmasını ve kendisinin de Harbiye Nazırı olmasını istiyordu. Fakat, Padişahın, Tevfik Paşa’yı hükûmeti kurmak ile görevlendireceğini öğrenince, Padişaha çektiği telgrafta da, bu görüşü ile birlikte kabine de yer alacak birkaç isim (Fethi Okyar, Rauf Orbay, Hayri Canbulat, Azmi, Tahsin Uzer) bildirmişti.

14 Ekim 1918’de Ahmet İzzet Paşanın kurduğu kabinede Mustafa Kemal Paşa’nın tavsiye ettiği birkaç isim (Fethi, Rauf Bey ve Hayri Efendi) yer almış; Harbiye Nezareti’ne kimse atanmayarak, bu görevi sadrazam üstlenmiştir. Ahmet İzzet Paşa, yakında Almanların Türkiye’yi terkedeceklerinden güney cephesinde Yıldırım Orduları Grup Kumandanı olan Liman von Sanders Paşa’nın yerine Mustafa Kemal Paşa’yı getirmeyi düşündüğünden, Mustafa Kemal Paşanın bu görevi çok istemesine ve Enver Paşanın “Orduyu Mustafa Kemal Paşa’dan başkası idare edemez” 18 demesine rağmen Harbiye Nezareti’ne onu atamamıştı. Ali Fuat Cebesoy’un ifadesine göre; Ahmet İzzet Paşa, bu görevde uzun süre kalabilse idi, Harbiye Nezareti’ne Mustafa Kemal Paşayı getirecekti.

Nitekim Mondros Mütarekesi’nin ertesi günü 31 Ekim 1918’de, Mustafa Kemal Paşa, Liman Von Sanders Paşa’nın yerine Yıldırım Orduları Grup Kumandanlığı’nı devralmıştı19.

Ali Fuat Cebesoy, Mustafa Kemal Paşa ile Adana’da yaptıkları görüşmede Mustafa Kemal Paşanın “Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin de mümkün olduğu kadar bu yolu göstermemiz ve bütün ordu ile beraberce yardım etmemiz lazımdır” dediğini ve kendisinin de aynı görüşte olduğunu yazar.”20

Mondros Mütürekesi hükümlerini, 2 Kasım 1918 günü Sadrazam ve Başkomutanlık Erkân-ı Harbiye Reisi Ahmet İzzet Paşa’dan öğrenen Mustafa Kemal Paşa, 3 Kasım’da verdiği cevapta; Mondros Mütarekesi ile ilgili (Toros tünellerinin hangilerinin İtilâf Devletleri’nce işgal edileceği, Kilikya’nın hangi toprakları içine aldığını ve Suriye sınırının kesin olarak belirtilmesi gibi) birtakım muallâktaki soruların cevaplarını istemişti21.

İngilizlerin, İskenderun’u işgal etme teşebbüsleri ile ilgili olarak Başkomutanlık Erkân-ı Harbiye Riyaseti ile yapılan 3-6 Kasım tarihli yazışmalarda Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin mütareke hükümlerine aykırı olarak İskenderun’u işgal etme fikrini kabul etmiyor, şehre zorla girmeye çalışıldığı takdirde silahla karşılık verileceğini bildiriyordu22.

Gelen emirde, İngilizlerin buna hakkı olmamakla beraber, İngilizlere karşı sert davranılmaması, üzerimize ateş açılsa bile ateşle cevap vermeyip, İngilizler nezdinde olayın protesto edilmesi emrinde ısrar ediliyordu23.

6 Kasım’da verilen emre itiraz eden Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin asıl amaçlarının İsktenderun’u işgal ederek, kuzeye çekilmekte olan 7.Ordu’nun arkasını keserek abluka altına almak olduğunu, “İskenderun’a her ne sebep ve bahane ile” olursa olsun, İngiliz askerleri çıkartıldığında ateş açılacağını kesin bir dille bildirerek İngilizlerin tekliflerini ve bu konuda verilecek emirleri yerine getiremeyeceğini belirterek yerine başka bir komutanın atanmasını isterdi24.

Ancak, 7 Kasım 1918’de Yıldırım Orduları Grup Kumandanlığı ve 7.Ordu lâğvedilip Mustafa Kemal İstanbul’a çağrılınca25, İngilizlerin önündeki engel de kalkmış oldu.

Tüm yazışmalar ve gelişmeler, onun sadece savaşan ve kendisine verilen emirleri, düşünmeden, irdelemeden tartışmadan kabul edip uygulayan sade bir asker olmadığını gösteriyordu. O, ülkenin içinde bulunduğu siyasî, askerî şartları, İtilâf Devletleri’nin işgallerinin sadece kontrol ve geçici amaçlı olmayıp; ülkeyi kalıcı işgal etmek olduğunun farkında idi. Ve bunun da, Türk hâkimiyetinin ve istikbalinin tamamen yok edilmek istendiği anlamına gelindiğini biliyordu. O, ordunun, daha fazla yıpranmasını ve Türk milletinin daha fazla rencide edilmesine, gururunun kırılmasına daha fazla izin veremezdi. Hep olabilecek sorunları engellemek veya sorunlara çözüm yolu bulmak için düşünüyor, mücadele ortamı yaratmaya çalışıyordu.

İşte bütün bunlar, onun askerî kişiliğindeki tartışmasız deha ve bir lider portresi çizen siyasî kişiliğinin, karizmasının bir işareti idi.

10 Kasım’da Adana’dan trenle İstanbul’a hareket eden Mustafa Kemal Paşa, 13 Kasım’da İstanbul’a ulaşmıştı. Fakat çok ilginç bir tesadüf, İtilâf Donanması o gün İstanbul’a girmişti. Donanmayı gördüğünde, “Geldikleri gibi giderler” demişti.

Mustafa Kemal Paşa, İskenderun’dan İstanbul’a gelirken; şu andaki mevcut ve dağınık bulunan ordunun derlenip toparlanmadan başarılı olamayacağını anlamıştı. O, artık düşündüğü ve teklif ettiği askerî tedbirlerinin ve uyarılarının dikkate alınmadığını anlamıştı. Bundan sonra, siyasî çözüm aramak gerektiğini düşünüyordu.

Nitekim O, henüz 7 Ordu Komutanı iken, olabilecek siyasî gelişmeler hakkında fikirlerini belirttiği gibi, olması gerekenler hakkında da fikirlerini belirtmekten çekinmemiştir.

Bu, onun, devletin içinde bulunduğu duruma, sadece askerî değil, siyasî çözümler bulunması gerektiğine inandığını gösteriyordu.

Nitekim İsmet İnönü, Mustafa Kemal Paşanın ilk anlardaki plânının; “Türkiye’yi siyasî yoldan, siyasî tedbirlerle kurtarmak esasına dayandırıldığını”26 ifade etmektedir.

Mustafa Kemal Paşa, 16 Kasım 1918’de Pera Palas’ta Vakit, Minber ve Zaman gazetesi yazarları ile yaptığı görüşmede; “En iyi politika ve en kuvvetli olmakla mümkündür. En kuvvetli olmak demek ise; manen, ilmen, fennen ahlâken kuvvetli olmak demektir: Askerî kuvvet en sonda gelir. Yukarıda sayılan meziyetler bir millette mevcut değilse, bu milletin bütün fertleri en son silahlarla donanmış olması hiçbirşeyi ifade etmez. Bugünkü topluluklar içinde insan olarak yer alabilmek için elbette silah elde olması yeterli değildir” demiştir27.

Mustafa Kemal Paşa’nın gerçekten de İstanbul’da bulunduğu 13 Kasım 1918-16 Mayıs 1919 tarihleri arasında, çözümü siyasî faaliyetlerde aradığını görüyoruz.

İstanbul’a geldiğinde, istifa etmiş olan Ahmet İzzet Paşa’yı yeniden hükümeti kurması gerektiği şeklinde iknaya çalışmış; Meclis-i Mebusan’da Tevfik Paşa Hükûmeti’nin güven oyu almaması için uğraşmış, ancak başarılı olamamıştır.

Padişah Vahideddin ile görüşerek, onun düşüncelerini anlamak ve yol göstermek istemiş; fakat padişahın öncelikle saltanatı ve saltanat merkezinin geleceğini düşündüğünü anlamış, bir sonuç elde edememiştir.

Ayrıca Meclis-i Mebusan da dağılmış olduğundan, meşru yollardan bir çözüme ulaşılmayacağı düşüncesiyle; bir ihtilâlle padişah ve hükûmeti devirmek için arkadaşları ile görüşmeler yapmış; bundan da bir sonuç elde edilemeyeceği anlaşılınca vazgeçilmiştir: Bu siyasî teşebbüslerin yanısıra herşeyden önemlisi, devamlı silah arkadaşları Ali Fuat Cebesoy, Kâzım Karabekir Paşa ve İsmet Beylerle sık sık bir araya gelerek görüşmeler yapmıştır.

Ali Fuat Cebesoy ile yaptığı görüşmelerde şunları tespit etmişlerdi:

1- Terhis işlemi derhal durdurulacak,

2- Cephane ve silahlar düşmana teslim edilmeyecek,

3- Genç ve enerjik komutanların iş başına getirilmesi sağlanacak,

4- Millî mukavemete taraftar yöneticilerin değiştirilmemesine çalışılacak,

5- Particilik mücadelesine engel olunacak,

6- Halkın maneviyatı yükseltilecek.

Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa, askerî ve siyasî dehası sayesinde millî mücadelenin başından itibaren siyasî ve askerî örgütlenmeyi birlikte yapmayı plânlamakta ve millî mücadeleyi halka dayandırmak istemektedir.

Mustafa Kemal Paşa’nın askerlik hayatında Çanakkale’den sonraki en kritik ve askerî dehasını uygulama fırsatı bulduğu an 5 Ağustos 1921’de TBMM’nin Başkomutanlık Kanunu ile kendisine Başkomutanlık görevinin verilmesidir.

Derhal Genelkurmay Başkanlığı ve Millî Savunma Bakanlığı’nın elemanlarını birleştirerek, Başkomutanlık karargahını kurmuş28 o zamana kadar tüm dünyada uygulanan “Hat Savunma Stratejisi” yerine “Satıh Savunma Stratejisi”ni geliştirmiştir.

Çünkü O; savaş ve muharebe demek; yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıkları ile ve bütün var-yokları ile, bütün maddi ve manevi güçleri ile karşı karşıya gelmesi ve birbirleri ile vuruşması demektir: Buna göre, bütün Türk milletini cephede bulunan ordu kadar, fikir duygu ve hareket bakımından ilgilendirmeliydi” diyordu.

Cephelerde askerlerin, cephe gerisinde sivil halkın, erkeği, kadını, yaşlısı, genci, çoluğu, çocuğu ile vatanın tüm sathında topyekûn bir savaş düşünüyordu. İşte bunun içindir ki 7-8 Ağustos 1921’de Türk Milleti’ne “Tekalif-i Millîye Emirleri”ni yayınladı.

Bu emirler “bir harbin kazanılması için ne derece hurda şeylerin bile nazarı dikkate alınması lazım geldiğine dair bir fikir vermek”29 açısından önemlidir.

Çünkü bu emirlerde tüm Türk halkı üzerindeki çamaşırını, çorabını, çarığını; elindeki kağnısını, hayvanını, ipliğini, çivisini, telini, tenekesini, nalını, mıhını; mutfağındaki bir avuç pirincini; buğdayını, ununu, gazyağını, tuzunu, şekerini; her türlü tamir malzemesinin bir kısmını orduya veriyordu.

Bu emirlerin yayınlanmasından sonra Anadolu’nun her yanında halkın bu emirler karşısında büyük bir fedakârlık ve elindeki avcundaki ordusuna bağışladığını, verdiğini30 ve Mustafa Kemal Paşa’nın da vatanın tüm sathından topyekün savaşı gerçekleştirdiğini görüyoruz.

Görüldüğü üzere, Mustafa Kemal Paşa’nın askerî hedefe ulaşmak için, ülkenin maddi ve manevi kaynaklarından azamî ölçüde yararlanmaya çalışırken; diğer yandan millî mücadelenin ta başından beri, İtilâf Devletleri’ne karşı dış destek sağlama çabaları içinde olduğunu da görüyoruz.

Her ne kadar BMM, açılıncaya kadar yabancılarla gayri resmi görüşmeler yapmışsa da; asıl resmi teması BMM’nin açılışı ile başlamıştır. Askerî cephelerde savaşın organizasyonu ve denetimi yaparken; diğer yandan da, gerek Anadolu’da gerekse Avrupa’da uluslararası konferanslarda, Türk millî mücadelesine siyasî destek arayışlarına yönelmiştir. İşte bundan dolayıdır ki, Millî Mücadele döneminde Atatürk’ün siyasî ve askerî kişiliği birlikte ve aynı anda etkili olmuştur.

Mustafa Kemal Paşa’nın Meclisteki silah arkadaşlarının büyük bir kısmı cephede idi. Ancak Meclis’te hiçbir zaman tek kalmamış olmasına rağmen, dostça ve düşmanca muhalefete maruz kaldığı da bir gerçekti. Ancak, organize bir muhalefetin olmaması, Mustafa Kemal’in Meclis’teki faaliyetini kolaylaştırıyordu.

Onun üstün siyasî yeteneği sayesinde Meclis görüşmelerini sakin ve soğukkanlı yönetmesi, parlamento taktiklerini ustaca kullanması, kulis hazırlığını iyi yapması, olayların akışından yararlanmayı bilmesi ve kuvvetli bir hatip olması31 onun Meclis’te etkili olmasını, Meclis çalışmalarını istediği doğrultuda yönlendirmesini sağlıyordu.

Mustafa Kemal akşam sofralarında milletvekillerin, asker arkadaşlarının, bilim adamlarının, sanatçıların kısaca her kesimden insanların, kendisinin belirlediği konu hakkında neler düşündüklerini öğrenir; onların eğilimlerini tespit ederdi. Her zaman ihtiyatlı davranır, hiçbirşeyi şansa bırakmaz, zamanın ve şartların olgunlaşmasını beklerdi. Benimsenmesini istemediği görüşlerin, Ankara basınında çürütülmesini sağlar; fikirlerin bölündüğü, herkesin yorulduğu ve önerilerinin sakıncalı taraflarının ortaya çıktığı anda, çoğunluğu dilediği yöne çekebilirdi32.

Atatürk, ilkeleri olan ve düşünce sistemi yaratan bir fikir adamı idi. O, gerçek ve başarılı bir asker, başkomutan idi.

O, gerçek ve millî bir siyasî liderdi.

Bu özellikleri ile, dost ve düşman; ona karşı, hayranlık ve takdirlerini gizleyememiş; onun dünya lideri olduğunda hemfikir olmuşlardır. Böyle bir liderin Türklerin içinden çıkmasına gıpta bile etmişlerdir.

NOT: Bu konferans Atatürk Araştırma Merkezi Adına 29 Kasım 2002 tarihinde Ağrı ilinde verilmiştir.

1 Kur. Alb. Suat İlhan, “Harp Yönetimi ve Atatürk” Atatürk Konferansları, III, 1969, TTK, Ankara, 1970, s. 45.

2 Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, I, s. 258-260; Enver Paşa III, s.261-262; Mustafa Kemal Atatürk, 1881-1981 Almanca’dan Çevirenler: G. Aytaç, Ö.Karadana, Mu. Kahraman, K. Kızıltan, M. Y. Sağlam, M. Ünlü, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 1997, s. 16-17.

3 Ş.S.Aydemir, Tek Adam I, s.281-282; Enver Paşa III, s.262-263; Mustafa Kemal Atatürk, s.17.

4 Mustafa Kemal ATATÜRK, s.19.

5 Hakimiyet-i Milliye, 18 Mart 1926, Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi III/3,TTK, s. 396.

6 Y.B.Bayur, a.g.e. III/3, s.400.

7 Bayur, a.g.e. III/3, s.407.

8 Enver Behnam Şapolyo, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, Ankara, 1994, s.139.

9 Şapolyo, a.g.e. s.145.

10 E. B. Şapolyo, a.g.e. s.154.

11 E. B. Şapolyo, a.g.e. s.156.

12 E. B. Şapolyo, a.g.e. s.159-160.

13 Kâzım Karabekir, İstiklal Harbimiz, s.373.

14 bak. Fevzi Çakmak, Hatıralar.

15 İsmet İnönü, Hatıralar I. Kitap, Ankara, 1985, s.227.

16 İ. İnönü, a.g.e. s. 227.

17 İ. İnönü, a.g.e. s. 227.

18 Celal BAYAR, Ben de Yazdım I, s. 21.

19 A. F. Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, s. 26.

20 Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, s.29.

21 HTVD, Sayı:27, Belge No:714.

22 HTVD, Sayı:28, Belge No:719, 735; TİH, Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, I, Ankara, 1992,

23 HTVD,, Sayı:28, Belge No:721, TİH, I, s.65-66.

24 HTVD,; Sayı:9, (Eylül 1959), Belge No:743.

25 TİH I, Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, s. 81.

26 Bkz. İ. İnönü, Hatıralar.

27 TİH I, s. 81.

28 Mustafa Kemal ATATÜRK, Nutuk II, s.614.

29 Mustafa Kemal ATATÜRK, Nutuk II, s.615.

30 Daha geniş bilgi için bkz. Serpil SÜRMELİ, Milli Mücadele’de Tekalif-i Milliye Emirleri, S. Esin Dayı, “Milli Mücadele ve Türk Halkı”, Atatürk Üniv.Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı:10, Erzurum, 1998, s.237-238.

31 Feridun Ergin, Kemal Atatürk, 1978, s.108.

32 F. Ergin, a.g.e. s.109.

Prof. Dr. Esin Derinsu Dayı*

* Atatürk Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Müdürü

Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 55, Cilt: XIX, Mart 2003

Share this post
Close
0/0
Atatürk İlkeleri, Atatürk’ün Siyasi ve Askeri Kişiliği